4 Ekim 2008 Cumartesi

Yalçın Küçük Üzerine Tezler

Küçük Hoca Sahnede
mahir ünsal


80'li yılların darbenin baskın etkisinden görece kurtulmuş ikinci yarısı Türk solunun geneli için buhranlı geçti. Darbe, bütün kadroları biçmiş, ya cezaevlerinde, laboratuvar adıyla anılan işkencehanelerde doğrudan ortadan kaldırmış ya da oralardan kurtulanlara hayatları boyunca acı çekecekleri hastalıklar armağan etmişti. Kurtulan şanslılar ise ya Avrupa'ya kaçmak zorunda kalmış ya da "dönek" olmak, "liboş" olmak ya da "alkolik" olmak gibi seçeneklerle karşı karşıya kalmışlardı. Bu üzerine ölü toprağı serpilmiş dönem çoğunlukla iç hesaplaşma, birbirini ihanetle suçlama ve "Sovyetler yıkılacak mı" tartışmalarıyla atlatıldı. 80'lerin sonuna gelindiğinde Türkiye'de solculuk illegal platformda 80 öncesinden beri devam eden geleneklerin yaşayan bir kaç unsuru ve onların kendi aralarındaki tartışmalarından ibaretken legalde yalnızca eski geleneklerden olup da sosyal demokrat partiden belediye başkanı seçilen iyi niyetli isimlerin düzenledikleri umuma açık toplantılar, festivaller ve kitap fuarlarıyla sınırlanmıştı.

90'ların başı Türkiye solu için iki önemli gündem maddesini ortaya koymuştu. Yalçın Küçük hocanın daha bir kaç ay öncesinde Ankara SBF'de verdiği söyleşide, söylediği her şey çıkan adam pozuyla, "yıkılmaz" dediği Sovyetler paldır küldür yıkılmış, bakiyesi olan cumhuriyetler ise başlarına birer eski Sovyet ajanı diktatör beğenmekte, liberalleşmeyi Lenin heykellerini alaşağı etmekle ölçmekte birbirleriyle yarışır duruma gelmişlerdi. İkinci gelişme ise 70'lerin geç dönemlerinden beri ayak sesleri işitilen ancak artık devletin karşısında örgütlü ve silahlı bir güç olarak dikilen Kürt Ulusalcı hareketi oldu. Kürt Ulusalcılığının başlangıç aşamasında kullandığı "Kendi Kaderini Tayin Hakkı" yanlısı ve görece "sosyalist" temalar Türk solu içinde iki alan yaratacaktı. Bunlardan biri ulusal bir hareketin küçük burjuva yanına vurgular yaparak sistemle uzlaşmasını kaçınılmaz olarak öngören geneli sosyalist devrimci örgütlerin oluşturduğu teorik havuzdu. İkinci alan ise çoğunlukla Kürt Ulusal Hareketinin yarattığı dalgalanmanın bir halk hareketine gebe olduğu kabulüyle bu hareketin kitleselliğinden sebeplenmeye çalışan çoğunlukla devrimci demokrat çizgide örgütlerin oluşturduğu alandı.

Genellikle ezberi 60'lı ve 70'li yılların esasoğlanı olmak üzerine kurulu olan Prof. Dr. Yalçın Küçük'ün de tabiri caizse meydanı boş bularak kendine haklı şöhretini edinmeye başladığı yıllar da aslında bu yıllar oldu. Tezler dizisi, Türk Solu'nun okuma ve düşünme alışkanlığını ufak ufak yitirmeye başladığı bir döneme denk geldiği için hakkettiği değeri bulamamıştı. Hem Aydın hem De Türkiye Üzerine Tezler dizisi, Yalçın Küçük'e hala bile saygı duymayı sağlayacak kadar büyük eserlerdi. Ancak ne Tezler ne de Sovyetler'in kuruluşu ve çözülüşü üzerine yazdığı eserler Yalçın Küçük'e tatmin olacağı ölçüde bir şımartılmayı getirmemişti. Zaten Türkiye'de solun en hasarlı olduğu ve kendi yaraların dahi saracak derman bulamadığı zamanlara denk gelen bu dönem Yalçın Hoca'yı daha ilerleyen dönemlerde farklı arayışlara itecek, Abdullah Öcalan'la film senaryoları hayalleri kurdukları Bekaa'ya kadar sürükleyecekti.

Bugün siyasi varlığını -öyle ya da böyle- Türkiye Komünist Partisi olarak sürdüren ikinci TİP kökenli Gelenek-Sosyalist İktidar ekibiyle yolları zorunlu olarak ayrılan Yalçın Hoca, epey zaman Toplumsal Kurtuluş dergisini çıkardı. Bu dergi Yalçın Küçük'ün o çok esprisi yapılan "Yalçın Hoca bir dergi çıkarır, dört farklı yazar adı uydurup bütün yazıları kendi yazar" döneminin de başlangıcı olarak görülebilir. Toplumsal Kurtuluş'un büyük kopuşlar yaşamasının ardından Yalçın Hoca'nın çeşitli dergilere yazılar yazdığını, Hepileri gibi kendi başına yazdığı dergiler çıkardığını biliyoruz. Hepileri içinse, Yalçın Hoca'nın o dönemde Kürt Ulusal Hareketinin kitle kuyrukçuluğunu "meslek" edindiği dergi olarak kaydedilebilir.

Kürt Ulusal Hareketi seviciliği döneminin en karakteristik ürünü de bu dönemin bir yansımasıdır: Kürt Bahçesinde Sözleşi. Yalçın Küçük'ün -bütün vasıflarına ilaveten gazeteci sıfatıyla- Abdullah Öcalan'a Bekaa'da misafir oluşunu anlatan bu kitap, şimdilerde televizyon programlarında -yapımcıların isteği üzerine- "Uyan ey kami Türk!" diye masaları yumruklayan Küçük'ün Kemalizm, Mustafa Kemal, Türklük gibi bugün üzerinden geçiminin bir kısmını sağladığı bir çok kurum ve değere yönelik hikmetleriyle doludur. Hatta Kemalizm'le arası hiç düzelmemiş Nazım Hikmet bile ona göre "Kemalizm'in içoğlanıdır".

"Neden çeşmelerden bal akmıyor" gibi ucuz bahanelerle "Demirel'in cumhurbaşkanı, Çiller'in başbakan, Manukyan'ın ise vergi rekortmeni olduğu ülkede yaşayamayacağını" gerekçe göstererek Fransa'ya gidişi ve ardından geri dönüşü Yalçın Hoca'ya hayatının fırsatını sunmuştur. İlginçtir ki Çiller var diye yurdu terkeden Küçük'ün geri dönmesi Yılmaz'ın başbakanlığına rastlar. Her taşın altından çıkmasıyla övünen Yalçın Hoca'nın geri dönmek için Çiller yerine tercih ettiği, kendisini bir süre önce olası bir suikaste karşı uyardığını iddia ettiği Mesut Yılmazdır.

Dönüşüyle birlikte hakkındaki hapis cezasını yatmak üzere teslim olmuş olur. Zaten Yalçın Hoca'ya bugünkü "yeni" şöhretinin kapılarını açan gelişme de hapis cezasını çektiği Haymana Cezaevi olur. Burada Doğu Perinçek'le birlikte yatacak, "mezar taşlarından bilim yapıyorum" diye saçmaladığı ilk yazıları Perinçek'in dergilerinde boy göstermeye başlayacaktır.


Show Must Go On

Solun tamamen tükendiği, siyasi gücünü 90'ların sonuyla birlikte tarihe gömdüğü yılların ardından Yalçın Hoca kendine daha güvenilir bir geçim kaynağı bulmuştur artık: Gizli Yahudiler ve Sabetaycılar.

Alkışlayanın da çok olmasıyla Küçük'ün gemi azıya alıp sistemli ama cahilce bir antisemitizm propagandasına başlayışı kamuoyunda "çok şeyler bilen bir adamın akılalmaz hikmetleri" duygusu uyandırdığından bir süre sonra bu minvalde seyreden yayınların sayısında büyük bir artış gözlemlenir oldu. Genel algıya göre, bütün dünya Yahudilerin ya da Yahudiliklerini gizleyen insanların taht-ı idaresindeydi, bu gizli Yahudiler ise o kadar gizliydiler ki bunu yalnızca Yalçın Küçük'ün belirlediği kıstasları uygulayarak anlamak mümkündü. Üstelik de "Yahudi" ya da "gizli Yahudi" olduğu iddia edilen insanların çoğu bu durumdan kendileri bile habersizdi ve "gerçeği"(!) Hz.Küçük'ten öğrenmekteydiler.

Türkiye'de antisemitizmin varlığı uzun yıllardır hep tarışma konusu oldu. Bu konuda ortaya konan tarihsel bilgi ve belge içeren çalışmaların çoğunluğu Türkiye'de kimi dönemlerde antisemit dalgalanmaların olduğunu ispatlar nitelikte. Ancak, "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyalarından Trakya Olayları'na kadar yaşanan tatsızlıklar gözden geçirildiğinde konunun antisemitizm değil, benzer bir öfkenin ülkenin hemen tüm etnik ya da marjinal gruplarına yöneltilmesiyle vücut bulan bir zenofobia olduğu söylenebilir. Türkiye'de, -özellikle Türkiye'de- Yahudiler, antisemitizme zemin hazırlayacak düzeyde ne ekonomik bir güç sahibi oldular ne de idari hayatın çeşitli kademelerinde kendilerine uygun yerler bulabildiler. Yahudilerden rahatsız bir nüfus her zaman mevcudiyetini korudu, onları düzenbazlıkla, hırsızlıkla, fuhuşla, kan emicilikle suçlamaya, Israil'e "yaltakçılık" etmekle suçladı durdu. Ancak bu da çok geçerli bir malzeme değildi. Çünkü Türk toplumsal yaşantısı zaten halihazırda Yahudi'nin varoluş biçimlerine alışkındı ve onu garipsemiyordu. Ancak genç cumhuriyetin, Yalçın Hoca gibi burada ecnebice bir deyim kullanacak olursak, nation-building sürecinde farklılıkları törpülemek için daha yoğunluklu olarak zenofobik öğeler kullanılacaktı. Bu nedenle de "Yeni Türkiye'nin Yeni Türk'ü" sınırları dışında kalan herkes "kusurlu" sayılabilirdi. Bunun için Rum, Ermeni, Yahudi ya da Kürt olmanın bir önemi yoktu. "Türkçe Konuşmayan Vatandaş" ne yazık ki "vatandaş" sayılmıyordu.

Özetle antisemitizm, 1934'de Başvekil İsmet Bey'in Trakya Olayları ardından Akşam ve Vakıt gazetelerinde yayınlanan beyanatındaki gibi, "Türkiye metaı değildi". Avrupa etkili, daha açık bir ifadeyle "Hıristiyan dünyasının bir icadı" idi. Batı'dan, muasırlaşma adına gelen her şey gibi antisemitizm de, yıllarca tutunamasa da, hep bu topraklara gürül gürül aktı. 90'ların sonuna gelip de çift sıfırlı yıllar başlayana kadar bu etki zayıf bir Avrupai dalga olarak kaldı, Cevat Rifat gibi marjinal adamların, Siyon Protokolleri gibi ucuz ezberlerle savunduğu bir örgütsüz hareket olarak silinip gitti. Buna resmen de pek izin verilmedi üstelik. Ancak 2000'ler ve onun bir kaç yıl öncesine uzanan yıllar, Türkiye'de Yahudiliğin "şerri" konusu yeniden konuşulduğu yıllar oldu.

Yalçın Küçük'ün Alıcısı

Türk solu, Yahudiliği ya da Türkiye'nin farklı din ve dinden olan gruplarını ayrı bir başlıkta değerlendirmeye alamadı. Kürtlere örgüt programlarında vaat edilen kültürel, sosyal ve ekonomik haklar diğer gruplara, "elbet herkes inancında özgürdür" düzeyinde kaldı. Ermeni sorunu olarak yıllardır resmi ideoloji tarafından uzatılıp, çözümsüzlüğe mahkum edilen konu Türk solunun gündeminde neredeyse hiç yer bulamadı. Türk solu "6-7 Eylül Skandalı'nın mağdurlarına devlet yerlerini iade etmeli, zararlarını geç de olsa tanzim etmeli" iddiasını uzunca yıllar dile getiremedi. Bugün bile bu iddia Musevi asıllı bir siyasetçi-yazarın öncülüğünde dile getirilmektedir. Halen ne "6-7 Eylül Skandalı" ne de "Varlık vergisi", "Trakya Olayları" konusunda Türkiye solu örgütlü bir düşünce geliştirmekten acizdir.

Türk Milliyetçi düşüncesi ise, kendi deyimleriyle "azınlık" konusuna karşı hep önyargılı oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki daha "milli" görünen milliyetçilik zamanla yerini maneviyatçı, mukaddesatçı Türk-İslam düşüncesine bıraktı. Dha verimli ürünler ortaya koyması beklentisi yaratan bu evlilik maalesef kısır bir ideolojik çember yaratıp milliyetçileri o çembere kıstırıp bıraktı. Dolayısıyla da milliyetçilik Türkiye'de, Türkeş'in ölümüne kadar, silahlı-külahlı işler peşinde koşturan, cahil ama maneviyatçı genç isimlerin elinde üretimsiz bir düşünce olarak atıl yattı. "Azınlıklar" konusunda görüş belliydi. Türkiye bir mozaik değil, "mermer"di. O nedenle de bunun tartışılmasına dahi gerek yoktu. Dünyadaki etkinin aksine Türk milliyetçiliğine göre Türküm" diyen herkes Türk olabilirdi. Yahudi'nin, Rum'un, Kürt'ün Türklerle bir arada yaşamasının bir önemi yoktu, önemli olan onların kendilerini Türk hissedip, bunu söylemeleriydi. Bütün bunlardan ötürü, Kürt Ulusal Hareketi'nin dönem dönem yarattığı cinnet halindeki milliyetçileşmeyi bir kenara bırakırsak, farklı grupların varlığı Türk Milliyetçiliğinin çok büyük bir kesimini uzun süre enterese etmedi.

80'lerin çıkışında Evren Cuntası'nın devlet yönetimindeki skandal düzeydeki beceriksizliğinin imdadına Özal koştu. Özal, başlattığı liberalleşme dalgasıyla, Cumhuriyetçe harekete geçirilen sermaye birikimini gayrimüslimlerden alıp Anadolu ağalarına devrederek yerli burjuvazi yaratma projesi neredeyse tamamlanmış oldu. Anadolu Burjuvazisi'nin de hesaba katılmayan bir başka yanı vardı fakat. Geneli İslamcıydı üstelik de aralarında farklı tarikat ve kollarını temsil eden şeyhleri hocalar bile vardı. Elde ettikleri güç ile paranın yanında tüketim maddeleri pazarları, televizyonlar, radyo ve gazeteler gibi çok güçlü bir takım başka silahlara ulaşan bu kesim 2000'lerin ilk yarısı tamamlanırken Türkiye'de ciddi bir hakimiyet ve hareket alanının sahibi oldu, iktidara getirdiği partiyle devlet içinde de kadrolaşma, bürokratik kanallar elde etme işini tamamladı. "Kemalist" düzene karşı elde edemedikleri tek şey düzenin kendisiydi ve onunla olan kavgalarını onun değer ve kurumlarını hedef alan çeşitli işlere evsahipliği yaparak, medya araçlarını bu propagandaya açarak sürdürdüler.

Yalçın Küçük'ün ucuz antisemitizminin de alıcısı çoğunlukla bu kesimin medya araçları olmuştur. Yalçın Hoca'nın bunu tercih etmesindeki nedenler muhtemelen iki tanedir. Birincisi, İslamcılar, daha önceden "dünyayı yöneten yahudi bilmemne tarikatı", "gizli mason düzeni" gibi fantastik anlatılara zaten eskiden beri eğilimliydiler. Bu hikayeleri gizemli olduğu kadar, kendi mevcudiyetlerini tehdit eden birer düşman olarak görüyorlardı. O nedenle anlatıcısını, ağzı açık ayran budalası gibi dinlemekte ısrarcı oldular. Bu da Yalçın Hoca'ya Yeni Şafak'larda, Aksiyon'larda sıklıkla rastlamak imkanı tanımıştır bizlere. İkinci sebep ise Küçük'ün iflah olmaz "one man show" tutkusudur. İslamcıların gazetelerinin sokaklarda bedava dağıtıldığı, televizyon kanallarının antensiz çektiği göz önünde bulundurulursa, Yalçın Küçük'ün günü geçmiş zihninin uydurduğu zırvaları daha geniş kitlelere ulaştırması için İslamcıların medyası buna uygun bir araçtır. Ve uzun bir süredir gözlemlenebilmektedir ki, Yalçın Hoca'nın geçinme işinde oldukça etkin bir rol oynamaktadır bu kanal.

Yalçın Küçük komploculuğunun bir diğer alıcısı ise Ulusalcı olarak bilinen, ancak ne savunduğu tam olarak belli olmayan kesim olagelmiştir. Hala da canlı yayına çıktığı programlar, mülakat verdiği dergi ve gazeteler bunu doğrular niteliktedir. Yalçın Küçük onları da genellikle, bu bahsini ettiği yere batasıca gizli Yahudilerin, Türkiye'yi idare etmek konusunda IV.Murad'dan beri(!) gizli işler çevirdiği, şimdiyse Kürtlerle flört ederek bir Kürt-Yahudi devleti kuracağı noktasından yakalamaktadır. İslamcı gazetelere gizli Yahudilerin çevirdiği işleri anlatan Yaçlın Hoca, ulusalcılara İslamcıların nasıl olup da iktidarı ve ona ulaşan araçları ele geçirdiğini anlatmaktadır. Öyle ki bu işin bile arkasından Yahudiler çıkmış, muhtemelen Küçük'ten ilhamla yazılan Musa'nın Bilmemnesi kitaplarıyla ulusalcılar AKP'nin başadamlarının soyunda Yahudilik olduğunu öne sürmüşlerdir.

Antisemitizm Türkiye için yeni bir modadır. Bu modayı Avrupa'dan bizzat çantasında getiren adam Yalçın Küçük'tür. Üstelik de kullandığı argümanların üstündeki "made in europe" etiketini bile kaldırmayı unutmuş, Cevat Rıfat'ın Alman kalıplarıyla Türkçe Yahudi karşıtı gazete çıkartması gibi, yüzlerce yıllık ucuz malzemeleri satmaya çalışmaktadır. Küçük'ün şansı, Türkiye'nin yalnızca antisemitizm konusunda bu kadar habersiz olması değil bir de üstüne yüzlerce yıldır birlikte yaşadığı Yahudiler'in kim olduklarından da bihaber olmasıdır. Avrupa Faşistlerinin kullandığı iddialarla Türkiye'de gerçekten etnik olarak Yahudi olan ya da konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan insanları zan altında bırakan, kişilik haklarına mütecaviz ithamlarda bulunmak artık maalesef bir ekmek kapısı olmuştur Hoca için. Örneğin, bir insanın yolunun New York'tan geçmiş olması kesinlikle onun Yahudiliğine delalet eder. Bu düşünce Nazilerin 1940 yapımı, efsanevi propaganda filmi Der Ewige Jude'den alınmadır. Bu filmde geçen "New York, dünya Yahudiliğinin merkezidir" ifadesi, Küçük'ün kitaplarında sıklıkla rastlanan bir ifadedir.

İsim Bilim

Yalçın Küçük'ün isim bilim dediği şey daha baştan çuvallamış bir cahil aldatan oyunudur. Bir yerlerden temin ettiği bir kaç özelad sözlüğü ile insanların Yahudiliğine kanaat getiren Yalçın Hoca, Yahudiliğin harcı olan İbrani Dili konusunda sıfırdır. Tek kelime İbranice bilmeden, isimlerin kökenlerine sözlüklerden bakarak uydurduğu anlamlar tamamen palavradan ibarettir. Tekar etmekte yarar var, Yalçın Küçük, İngilizce, Fransızca ya da Farsça biliyor olabilir elbette ancak çalışmalarında ortaya koyduklarına bakara rahatlıkla söyleyenebilir ki tek kelime İbranice bilmemekte, Avrupa Yahudilerinin dili olan Yidiş ve oryantal Yahudilerin dili olarak kalmış Ladino'dan zerre kadar anlamamaktadır. Bu nedenle de yaptığı çıkarsamaların hiç birinin her hangi bir bilimsel değeri yoktur. Üstelik de aynı vefat ilanı üzerine Jak ve Ahmet adlarının bir arada yer alması Ahmet'i Yahudi yapmaz. Yalçın Küçük'ün okuyucusunun kendine sorması gereken asıl soru budur.

Genel ezber, "gizli" Yahudilerin adlarında çeşitli işaretler taşıdığı yönündedir. Genellikle gizli Yahudiler, adlarında -er, er-, -el, el- gibi heceler taşımakta, kimilerinde ise -man son eki bulunmaktadır. Ancak Sabetaycı bir aileden geldiğini bizzat kendisi dile getiren ve bu konuda çalışmaları bulunan yazar Ilgaz Zorlu'nun adında ve soyadında bunların hiç biri bulunmamaktadır. Demek ki Çorumlulara, Adanalılara, Mardinlilere Yahudilik yakıştıran Yalçın Küçük'ün "onomastik" formülü, gerçek bir "gizli Yahudi"yi "yakalamaya" muktedir değildir. Ancak 500 sayfa süren kitaplarını doldurmaya yarayacak uydurma listeler yapmak açısından yararlıdır, ki magazin haberi kesikleri ve vefat ilanlarıyla zaten bu işi layıkıyla yapmaktadır.

Yahudi Tarihi

Küçük Hoca'nın İbranice konusundaki zırcehaleti Yahudi Tarihi konusunda da kendinden beklenmeyecek şekilde yüksek bir düzeydedir. Küçük Hoca, Türkiye'nin yakın tarihinde hemen her önemli olayda her taşın altından çıkmakla övünürken, Yahudilerin geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet tarihi konusunda "bilgisini" ortaya koymaktan kaçınmakta, üstelik polemiklerle dikkat çekmeyi çok sevmesine rağmen, bu alanda yazan tarihçilerle her hangi bir tartışmaya girmekten kaçınmaktadır. Yalçın Küçük, Elza Niyego olayı, Vatandaş Türkçe Konuş kampanyası, Trakya Olayları, Türkiye'de Siyonizm konusunda her nedense dut yemiş bir bülbüldür. Bütün mesaisini Yahudilere, Yeni Dünya'nın ve Avrupa'nın çok uzun yıllar önce Beynelmilel Yahudi ve Siyon Liderlerinin Protokolleri ile yaptığı gibi, şer atfetmek için harcayan Küçük'ün Türkiye'de Yahudilerin ya da sırf "normal" olmadıkları için Rumların, Ermenilerin, Lazların, Kürtlerin, Asurilerin başına gelenlerden haberi olmaması imkansızdır. Bunu doğal karşılamamazı sağlayacak tek görüş ise Küçük Hoca'nın, bu işlerin şimdikiler kadar para ve şöhret getirmeyeceğine inandığı varsayımıdır. Elbette, Aşkale'de can vermesi işten bile olmayan gariban Yahudi'nin televizyon dizisinin esaskızı kadar dikkat çekici olmadığını takdir etmek gerekir.

Yalçın Nereye Koşuyor

Yalçın Küçük, tutkunu olduğu şöhret uğruna insanların kişisel bilgilerini ahlaksızca ortaya dökmenin yanı sıra sürekli olarak canlı hedefler yaratarak bu insanların, halen zenofobik havanın dağılmadığı, üstelik de birilerinin bu atmosferden sürekli primlendiği Türkiye'de, can güvenliğini hiçe saymaktadır. Yahudiler bu ülkenin tıpkı Müslüman-Sunni-Hanefi Türkleri gibi, sadakatlerini ispatlamak dahi zorunda olmayan- ev sahiplerinden biridir. Türkiye'nin metaı olmayan bir düşünceyi kullanmak suretiyle günü kurtarmak için yapılan bu çirkin saldırılar hoş görülecek cinsten olmayı geçeli epey zaman olmuştur. İnsanları "bu aslında Yahudi'dir, ondan" diyerek ürkütmek yakışık alan bir davranış değildir. Küçük Hoca, durduğunu iddia ettiği nokta itibariyle tam tersine "şu Yahudi'dir", "bu Dönme'dir" diyenlerin karşısında dikilip, "ee.. ne olmuş yani?" demelidir. Yeteneksiz pop şarkıcılarının, yazarların, magazinde boy gösterip ne iş yaptığı belli olmayan insanların adlarından abuk subuk heceler bulup, adlarında uydurma İbranice anlamlar atfedip onları "kötüler, çünkü Yahudiler" diye ortaya atmanın hiç bir ahlaki yanı yoktur. Türk gençliğinin önceki onyıllara oranla kitaba ve okumaya ilgisinin düştüğünü fırsat bilip az çok okuyan üç-beş İslamcı genci zehirleyerek, sırf üç gün daha gündemde kalmak, televizyonlara davet edilmek için bilinçli antisemitler yetiştirmek bir bilim adamının misyonu değildir. Yalçın Küçük'ün bugün o esaslı yapıtlarını okumuş okurlarının gözünde geldiği düzey, içler acısıdır. Davet edildiği sohbetlerde sempatik(!) hareketleriyle davetlilerin maskarası haline getirilen Küçük Hoca'nın bir an önce şapkasını (eğer Ulusalcı bir platform ise kalpağı tabii) önüne koyup bir kez daha hesabını çıkartması ve kendi ülkesinin insanlarının düşmanlığından ekmek yiyor olmayı kendine artık yediremez olmasının günü gelmiştir.